11 Ağustos 2012 Cumartesi

Zorla yaptırılan beyin fırtınası!


  • Kanserli hücre gruplarında tümör oluşumuna neden olan büyümeyi dokudaki hücrelerin %10 'u sağlamaktadır. Nanoteknolojik kapsüller kullanılarak içerilerine o hücrelerin apoptizisini sağlayacak bir protein konulup, spesifik olarak o hücreleri tanıyacak işaretleyicilerle işaretleme yapılıp kanser dokusunda çoğalmayı sağlayacak hücrelerin ölümü gerçekleştirilebilir. Böyle tümörün ilerlemesi durdurulabilir. Hatta kanserli dokunun tamamı da bu yöntem kullanılarak yok edilebilir.
  • Kadınlarda BRCA1 ve BRCA 2 genleri tümör önleyici genlerdir. Kadınlarda özellikle meme kanserinde etkindir ve diğer kanser türlerine de genlerdeki değişimleri engelleyemediği için yatkınlık sağlar. Meme kanserli birçok hasta bu genler bakımından iki primerlidir yani bir ya da daha fazla aile bireyinden bu genleri mutasyonlu olarak almıştır. Bir kadın taşıyıcı özelliklerdeki BRCA1 ve BRCA2 genlerini anne ve /veya babasından almış ya da sonradan oluşmuşsa meme kanseri ve diğer kanserlere yakalanma riski yüksektir.
    Sadece ailesel olan mutasyonlar için olmak üzere BRCA genleri kaynaklı meme kanserlerini engellemek için yatkınlık geni taraması yaptırılıp, mutant olanların in-vitro döllenmeden sonra anneye embriyo enjekte edilmeden önce hücre kültürü aşamasında hedefe yönelik mutagenez çalışmaları ile mutagenez düzeltilebilinir. Normal döllenme sırasında anne karnındaki zigota in-vivo ortam olduğu için hedefe yönelik mutagenez uygulaması yapılamayacaktır. Ancak zigotun birkaç hücreden oluştuğu aşamada bu işlem yapılabilir.
  • Diyabet hastalarında, pankreatik beta cell insulin deficient olanlarda diferansiyel insülin üretebilen kök hücre nakliyle bi tedavi olabilir.
  • SiRNA kendine ait olmayan mRNA ları parçalayarak yok eder ve onların genoma yayılmasını engeller. Spesifik antiyeni olan matastatik prostat karsinom gibi kanser türlerinde ilgili işaretleyicilere spesifik siRNA ile hastalık ilerlemesi durdurulabilir. Çünkü kanserli hücrelerdeki genlerin protein ekspresyonu baskılanmış olacak ve protein ekprese edemeyen kanserli hücrelerde ilerleyişini durdurmak zorunda kalacaklardır.
  • Vücudunda fazla miktarda östrojen salgısı olan erkek hastalara, bu durumu istememeleri durumlarda östrojen salgısının yarattığı kadınsı davranış etkilerini baskılamak için biyoteknolojik yöntemlerle üretilebilinecek olan testesteron hormonu verilebilir. Tam bir tedavi olamasa da hastanın yaşam kalitesi bu şekilde yükseltilebilirnir.
  • Genetik regülasyon sistemleri genlerin ekspresyonlarının ihtiyaca göre düzenlenmesinde ve yaşamsal niteliği onların genlerin devamlı etkin olmasında rol oynayan sistemlerdir. Örneğin; bir molekülün hücre içerisinde gereğinden fazla olması durumunda represör moleküller ve küçük efektör moleküller kullanılarak genin aktivitesi baskılanabilir. Bu sistemler genellikle represör veya aktivatörlerin meydana getirdikleri komformasyonel değişiklerle ya da salgılanılan uyarıcı proteinlerle mümkün olur. Kanserli dokuda dokunun sürekli olarak büyüdüğünü anlayan sinyaller belirlemek mümkün olsa ya da o tümör dokusunun sürekli olarak çoğaldığının bilindiği durumlarda genetik regülasyon sistemlerine benzer bir regülasyon sistemi geliştirilebilir. Bu sistemler dokunun kendisine de geliştirilebilir. Böylece çok fazla bölünmenin olduğu dokulara spesifik olarak kontrol mekanizmaları olacağı için doku büyümesi gözlenemeyecektir.



7 Ağustos 2012 Salı

UÇURTMA AVCISI

    Çok fazla kitap okumayan, okuyamayan birisiyim. Bunu söyleyen çoğu insan gibi bende bahane olarak ''zamanım yok'' demek isterdim ama bence asıl sebep, başladığım her kitabın beni kendine çekememesidir. 
         Benim için romanlar üç alt başlığa ayrılırlar; okumayı aklımın ucunda bile geçirmediklerim, okumak istediğim halde ilgimi çekemeyenler (başlasam bile bitiremediklerim) ve bir solukta okuduklarım. Bir kitabın önce ismine bakarım elbette, sonra hakkındaki yorumlar ve hatta belkide biraz içeriğini bilmek isterim başlamadan. Fazla garanticiyim sanırım...
          
     Bir süredir hakkında güzel yorumlar aldığım ve hikayesiyle ilgimi çeken kitaplardan biriydi Uçurtma Avcısı. Ancak stajım bitip, ingilizce çalışmamak içinde bahane aramaya başladığım bir anda kuzenimden daha bitiremediği halde alıp okumaya başlayabildim bu romanı. Bir soluktada (uzun bir soluk!) bitirdim. 
      Afganistan'lı bir yazar olan Khaled HOSSEINI, bu ilk romanında Afganistan'daki   iki çocuğun sıcak arkadaşlıklarıyla başlayıp yollarının ayrılması ve daha sonra gelişen olaylar zincirleri sayesinde kısmende olsa tekrar kesişmelerini anlatmış. Hikaye çok güzel, çok sıcak ve tabiki çok acıklı. Tamamen temiz duygularla, birazda çaresizlikle sadakat gösteren insanların ve bu sadakati kendi çıkarları için kullandığı halde pişmanlıklar duyan insanların anlatıldığı bu roman, herkese tavsiye edilebilecek, içinde Afganistan'a, arkadaşlığa, saflığa, bencilliğe, dine, vicdan ve merhamete dair çok şey bulabileceğiniz bir kitap. 
     Aynı zamanda kitabın filmi de çekilmiş, kitap kadar güzel anlatılmış mıdır her şey bilmiyorum ama bana kitabını okuduğum bir hikayenin filmini de izleyip, ''kitapta daha iyi anlatmış ya...'' deme ukalalığını yapma cesareti vereceği için çok mutluyum. 

3 Ağustos 2012 Cuma

WESTERN BLOTLAMA






MOLEKÜLER BİYOLOJİ TEKNİKLERİ II
DENEY 6 

AMAÇ
Bu deneyde amacımız; izole edilen protein fraksiyonlarının western blotlama tekniğiyle bir membrana aktarılıp, proteinleri membranda görüntülemek ve özellikle izole edilmek istenilen proteinin özelliklerini kullanarak izole edilip edilmediğini öğrenmektir.

GİRİŞ
Proteinler tanımlanmaya çalışılırken çeşitli proteinleri içeren protein fraksiyonları elde edilir ve bu fraksiyon içerisinden hedeflenen proteinin varlığı büyüklüğüne, şekline, yüküne veya izoelektrik noktasına göre belirlenir. Ayrımın yapılmasının istenildiği özelliğe göre seçilen elektroforez uygulaması ile belirlenen proteinin özgün şekilde saptanmasını sağlamak için uygulanan yöntemlerden biri olan western blotlama, en genel ifade olarak proteinlerin bir membrana yüklenerek spesifik özellikleri kullanılarak belirlenmesidir.  Bir protein solüsyonunda, aranan bir proteinin olup olmadığını ve varsa ne kadar olduğunu anlamak için kullanılan bir yöntemdir. Özellikle HIV (+) bulunan örneklerin doğrulanmasında başvurulur.
Western blotlama; elektroforez işlemiyle poliakrilamid jelde göç ettirilen proteinlerin, destek membrana transfer edilmesi ve membrandaki proteinlerin immünolojik metodlarla gösterilmesidir. Western blot tekniği, denatüre edilen DNA'nın nitroselüloz membrana transfer edildikten sonra hibridizasyonla tespit edildiği Southern blot tekniğinin modifikasyonudur.
Resim 1 : Jeldeki proteinlerin membrana transferi için kullanılacak düzenek


Yapılan çalışmalarda western blot tekniğinin özellikle ELISA testinde kullanılmasının sebebinin aynı ailenin türleri arasında sıklıkla şekillenen çapraz reaksiyondan dolayı serolojik testlerde karşılaşılan problemleri giderebilir olduğu gözlemlenmiştir. Bu tür üstün özelliklerine rağmen bu tekniğin uygulanması uzun süre almaktadır ve pahalıdır. Bu durum western blotlama tekniğinin diğer serolojik testlere göre, özellikle tanı amaçlı kullanımının az olmasının başlıca sebebidir. Son yıllarda trasnfer edilmiş membranların uzun süre muhafaza edilebilmesi özelliğinden yararlanılarak, pek çok virüs için kullanıma hazır ticari western blot kitleri geliştirilmiştir. Bu gelişmelerler tekniğin, özellikle tanı amacıyla daha sık kullanılması sağlanmıştır.


Resim 2 : Western blotlama tekniğinin genel çalışma mekanizması
Western blotlamanın yapılışı jelden membrana proteinlerin geçirilmesini sağlayan yönteme göre iki grupta incelenir.
  • Pasif blotlama
  • Elektro blotlama
  1. ıslak blotlama
  2. yarı kuru blotlama

MATERYALLER

Kimyasal malzemeler:
Akrilamid:bisakrlamid(29:1)
Akrlamid:30.0 g
Bisakrilamid:0.8 g
dH2O :100ml

Ayırma jeli tamponu 4X:1.5M Tris PH 8.8
Tris :18.17 g
SDS (%10):4 ml
Vt:100 ml

Yükleme jeli tamponu 4X :0.5 M Tris ph 6.8
Tris:6.06 g
SDS (%10):4ml
Vt:100ml

Amonyumpersülfat:10mg/ml

SDS :%10(w/v)

Elektrod tamponu:25mM Tris (ph 8.3)250mM glycine %0.1 SDS
Tris:3.0 g
SDS(%10):1.0 g
Glycine :18.7 g
Vt :11

Örnek tamponu 2X
Yükleme jeli tamponu :1.25ml
SDS :0.3 g
2-merkaptoetanol: 0.5 ml
Glycerol :1.0 ml
BPB:0.01 g
Vt: 5.0 ml
Jel hazırlanması:
Ayırma jeli(%12)
Ayırma jeli tamponu 4X :3.75 ml
Akrilamid-bisakrilamid (29:1): 6.3 ml
TEMED:15 µl
APS:225 µl
dH2O :13.2 ml

Yükleme jeli (%4)
Yükleme jeli tamponu 4X: 940 µl
Akrilamid-bisakrilamid (29:1): 750 µl
TEMED: 5 µl
APS: 35 µl
dH2O : 3.3 ml

western transfer tamponu:14.4g glisin+3.0 tris base+11dH2O içinde çözülür.

Yıkama solüsyonu
MeOH :500 ml
Asetikasit :140 ml
Gliserol :100 ml
Vt :21
Boyama solüsyonu 1.25 g Coomassie Blue R 250 ,500 ml yıkama solüsyonunda çözülür.

panceasu s boyası: %10 luk aseetik asit içinde haırlanmış %2 (w/v) ponceaus
Coomassie Boya Çözeltisi
Laboratuvar Cihazları :
Elektroforez
METOD
  • Ayırma jeli olarak kullanılacak jel camlar arasına döküldü. Daha sonra su ile doldurulmuş butanol damlatıldı.
  • Oksijenle teması kesilen jelin düz bir yüzey oluşturması sağlandı.
  • Polimerizasyonun gerçekleşmesi için 30-45 dakika arasında beklenildi.
  • Butanol suyla temizlendi, yükleme jeli döküldü ve taraklar jele sokularak 20-30 dakika polimerizasyon beklenildi.
  • Protein fraksiyonları yükleme tamponuyla eşit hacimde karıştırılarak 80ºC da 2 dakika denatüre edilip hemen jele yüklendi.
  • Elektroforez başlatılır. Voltaj önce 100V'a sonra da 150 V 'a yükseltilerek yürütülür.
  • Plastik aparat kullanılarak yükleme jelinin bulunduğu kısım atılır.
  • Jel, yine plastik aparat kullanılarak camdan ayrılır.
  • Kullanılacak PVDF membran, MeOH ile ıslatılır, daha sonra da distile su ile yıkanır.
  • İki teflon sünger, membran ve 6 adet, jel büyüklüğünde kesilmiş Whatmann (3MM) filtre kağıdı transfer tamponunda ıslatılır.
  • Blotlama düzeneği anod ucunun-teflon-sünger- whatman kağıdı- PVDF membran- SDS PAGE jel- Whatman kağıdı- teflon sünger- katot ucu olarak alttan üste doğru sıralandı.
  • Hazırlanan blotlama kaseti tanka yerleştirildi ve aktarım 100 V da 1 saat olarak yapıldı.
  • 1 saat sonunda membran temiz bir kaba alındı
  • Üzerine Ponceau çözeltisi dökülerek 1-2 dakika boyandı.
  • Boyalı membranın durumu gözlemlendi.
  • Membran distile su ile yıkandı. Tekrar gözlem yapıldı.
  • Membran Coomassie boya çözeltisi ile 30 dakika boyandı.
  • Yıkama solüsyonu ile yıkandı.
SONUÇLAR
Jel üzerindeki proteinler Ponceau çözeltisiyle boyandıktan sonra resim 3 deki görüntü elde edildi. İncelenen jelin pembe renkte ve üzerinde beyaz, leke şeklinde bölümler gözlemlendi. Jel üzerinde protein olduğu söylenebilecek herhangi bir çizgi belirmedi.

Protein fraksiyonlarının olduğuna dair bir iz görüntelenemediği için Coomassie boya çözeltisi ile boyanan jelde de protein olduğuna dair bir çizgi görülemedi. Coomassie ile boyanan jelin şekil 3 deki gibi renklendiği ve yine aynı beyaz lekelerin belirgin olduğu gözlemlendi.


TARTIŞMA
PVDF membrana aktarılan proteinler kırmızı renkli Ponceau boyası ile boyandıktan sonra ponceau boyasının etkisiyle pembe renkte olan memranda beyaz lekeler gözlemlendi. Bunun sebebi protein fraksiyonlarının jelden membrana aktarılırken arada hava boşluklarının kalması olabilir. Ayrıca pembe renkli hal alan membranda protein fraksiyonlarının koyu pembe renkte gözlemlenmesi gerekmektedir. Böyle bir görüntü elde edilemedi.
Protein fraksiyonlarının görüntülenemediği jel iyice yıkandıktan sonra protein fraksiyonlarının daha iyi görüntülenmelerini sağlamak amacıyla membran Coomassie boya çözeltisiyle boyandığında resim 5 teki gibi bir görüntü elde edilmeliydi fakat yine membranda protein fraksiyonları gözlemlenmedi. Bunun sebebi proteinlerin jele transfer edilememiş olması, protein fraksiyonlarının konsantrasyonunun az olması ya da yüksek voltaj olduğu için proteinlerin jelde yürüyüp çıkıp tampona karışmış olması olabilir.
Daha önce yapılan absorbans ölçümünde protein konsantrasyonunun yüksek olduğu saptandığı için proteinlerin membranda görüntelenememesinin sebebi konsantrasyonun az olduğu ihtimali olamaz. Ayrıca konsantrasyonun yüksek olan proteinler elektroforez sırasında jele aktarılırken yine bu yüksek konsantrasyonlu protein fraksiyonu kullanıldığı için ve yükleme jelinde gözlemlendikleri için proteinlerin jele yüklenemediği de söylenemez.
Resim 5 : Coomassie boya çözeltisiyle boyanan ve yıkanmış membran görüntüsü.

Coomassie boya çözeltisiyle boyanan membranda membranın üzerinde protein olmadığı sonucuna varılmasının sebebi; 100V olarak uygulanan elektroforez voltajının yarattığı akım yani oluşan yürüme hızının bu protein fraksiyonunun yürütülmesi için yüksek bir değer olmasıdır. Bu yüzden proteinler elektroforez sırasında jelden yürüyüp, çıkmışlar ve tampona karışmışlardır.

REFERANSLAR

31 Temmuz 2012 Salı

MONOKLONAL ANTİKORLAR (MONOCLONAL ANTİBODİES)



      Normalde yabancı madde saldırılarında vücut tarafından çok sayıda farklı antikorlar yapılması bağışıklık sisteminin bir yöntemidir. Bir antikor, spesifik bir antijeni hedefleyen yapışkan bir proteindir.  Daha önceleri  antijen içeren hücreleri yok etmek için bağışıklık sisteminin diğer bölgelerine bağlı olan antikorlar, antijenleri bulup onlara saldırana kadar vücutta sirküle olurlar.
      Spesifik bir antikorun çok fazla kopyası laboratuvurda yapılabilir. Bunlar monoklonal antikorlar olarak bilinirler (mAbs veya moAbs). Bu antikorlar, hastalıklarla mücadelede faydalı olabilirler  çünkü belirli bir hedef için spesifik olarak tasarlanabilirler, örneğin kanser hücrelerini bulabilirler.


        Figür 1 : Hibridoma (sürekli olarak antikor üreten melez hücre) hücrelerinin elde edilişi
                     ve monoklonal antikorların tekli antijen spesifikliği.

     Günümüzde monoklonal antikorlar kanserin bazı tipleri de dahil birçok hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır. Bu antikorlar, tedavide büyük avantaj sağlarlar çünkü diğer bir takım kanser tedavilerinin aksine bunlar çok spesifiktirler ve yan etkileri hafif olabilir. Fakat araştırmacılar ilk olarak atak için doğru antijeni belirlemek zorundadırlar. Kanser için bu her zaman kolay değildir ve bazı kanserlere karşı diğerlerinden daha faydalı olması için mAbs ler şimdiye kadar denenmiş olmak zorundadır.Yaklaşık son 15 yılda Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (the US Food and Drug Administration ) belirli kanserlerin tedavisi için onlarca mAbs için onay vermiştir. 
      Araştırmacılar olarak daha çok antijen bulmalıyız ki kansere daha fazla etkili monoklonal antikorlar yapmak mümkün olsun. Kanserin bazı türleri üzerinde yeni monoklonal antikorlar klinik olarak denenmektedir.

MONOKLONAL ANTİKORLARIN TİPLERİ
Kanser tedavisinde iki tip monoklonal antikor kullanılır.
  • Çıplak monoklonal antikorlar, kendi başlarına çalışan antikorlardır. Bu monoklonal antikor çeşidi için ilaç veya radyoaktif materyal saldırısı yoktur. Bunlar günümüzde en yaygın kullanılan monoklonal antikorlardır.
  • Konjuge monoklonal antikorlar, bir kemoterapi ilacı, radyoaktif partikül veya bir toksine katılırlar. Bunların görevi en küçük bölgelerde, yönlendirilmiş cihazlar gibi davranarak, kanser hücrelerine gerekli maddeleri doğrudan aktarmaktır.
Çıplak Monoklonal Antikorlar
      Birçok mAbs, kanser hücreleri üzerindeki antijenlere yapışır, ama serbest-yüzücü proteinler veya kanserli olmayan diğer hücreler üzerinde de işlem yapar.
     Çıplak mAbs farklı bir şekilde çalışabilir. Bazı kanser hücrelerine yanıt olarak bağışıklık sisteminin tepkisini arttırabilirler. Diğer görevlerinde biri de kanser hücrelerinin büyümesini sağlayan proteinlerin aktivitelerini bloklamaktır. (Bazen ikisi birden)
       Bazı çıplak antikorlar kanser hücrelerine, onları yıkmak amacıyla, vücudun immün sisteminin bir işarteleyicisi olarak saldırırlar. Alemtuzumab (evre 3-4 refrakter kronik lenfositik lösemi tedavisinde kullanılan monoklonal antikordur ve CD52 ye karşıdır) ilacının kronik lenfositik lenfomada hastaların tedavisinde kullanılması örnek olarak verilebilir. Alemtuzumab, B ve T hücreleri olarak isimlendirilen bağışıklık hücreleri üzerindeki CD52 antijenine bağlanan bir antikordur. Bu antikor, bağışıklık sistemi tarafından hücre tahribatını tetikler.

Konjuge Monoklonal Antikorlar
     Monoklonal antikorlar bir radyoaktif madde, ilaç veya toksine saldırıyorlarsa konjuge monoklonal antikorlar olarak isimlendirilirler. Monoklonal antikorlar bu maddelerden birini doğrudan kanser hücresine almak için yön belirleme makinası aleti olarak kullanılmışlardır. Bu antikorlar hedef antijeni bulup üzerine takılana kadar vücutta sirküle olurlar. Ona en çok ihtiyaç duyduğu toksik maddeyi verirler. Bu durum, vücudun diğer bölgelerindeki normal hücrelerine verilecek zararı azaltır.
      Konjuge monoklonal antikorlar bazen etiketlenmiş veya yüklü antikorlar olarak sevkedilebilirler. Onlar bölünmüş ya da belirli gruplara bağlı olarak bulunabilirler.

REFERANSLAR

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Öyle diyor!

                                                                 

10 Temmuz 2012 Salı






VİRÜSLERİN YAPISI

     Virus, latincede kelime anlamı olarak ' zar ' anlamına gelmektedir. 19. Yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiştir. Robert KOCH, Louis PASTAEUR ve diğer bakteriyologların bazı hastalıklara sebep olabilecek bir bakteri bulamamaları sonucu ortaya çıkarılmışlardır. İlk olarak tütün bitkisinin yaprağında ortaya konulan bir hastalıkta tanımlanmışlardır. Virüsler önceleri bakterilerin salgıladığı bir zehirli madde olarak kabul ediliyordu. Daha sonra, virüsün bir organizmaya bulaşarak bakterilerin salgıladığıbir zehirli madde olarak kabul ediliyordu. Daha sonra, virüsün bir organizmaya bulaşarak hastalık yapabileceği gösterildi. Hasta olan tütün bitkisinden çıkarılan özüt, porselen bir filtreden geçirilerek bakteriler tutuldu. Süzülen özüt, sağlıklı tütün bitkisinin yapraklarına sürüldüğünde, bitkinin hastalandığı görüldü. Hollandalı mikrobiyolog M.W. BEIJERINCK hastalığın kısa zamanda bitkinin bütün organlarına yayıldığını tespit etmiştir. Özütte hiç bakteri kalmadığı halde, sağlıklı bitkiyi hastalandıran bu faktöre, BEIJERINCK, “hastalık yapan canlı sıvı” adını vermiştir. 20. yy. In başlarında ise artık çocuk felci, kızamık, kabakulak, suçiçeği gibi birçok hastalığın nedeninin virüsler olduğu bilinmektedir.
        Normal hücre yapısına benzemeyen virüslerde sadece dış tarafında bir protein kılıf ve içerisinde nükleik aist vardır. Bunların dışında sitoplazma ve organel gibi temel hücrelesel yapılar bulunmamaktadır. Sahip oldukları bu yapı onların parazit olarak sürdükleri yaşamı zorunlu hale getiren yapıdır. Yani bir virüsün yapısı sadece dışta bir protein kılıf ve içerisinde nükleik asitten meydana gelmektedir. Organelleri ve dolayısıyla da çok sınırlı özelliklerde enzimleri olan virüslerin normal bir hücre gibi yaşamlarını sürdürmeleri imkansızdır. Üreme başta olmak üzere temel yaşamsal faaliyetlerini göstermek için mutlaka canlı bir hücreye gereksinimleri vardır. Çünkü hücresel yapılar dışındayken kristal halde bulunurlar. Bu özellikleri sayesinde de bilim adamları tarafından canlılık ile cansızlık arasındaki geçiş formu olarak kabul edilirler. Şekil özelliklerine bakıldığı zaman, virüslerin küre, çubuk ve elips gibi şekillerinin olduğu gözlemlenmiştir.

             Virüsler koruyucu protein bir örtü ile sarılıdır. Genomlar DNA veya RNA içerirler ve her ikisi birlikte bulunmaz. Protein ve enerji üretmedikleri için hücre içinde üremek zorundadırlar. İstisna olarak, adenovirüslerde ribozomlar bulunur; ancak bu ribozomlar işlevsizdirler ve dolayısıyla kullanılmazlar. DNA ya RNA'ya sahip olan virüslerdeki bu viral genom, ya "tek iplikli DNA", "çift iplikli DNA", ya da "tek iplikli RNA", "çift iplikli RNA" olabilir. Genom lineer (yani doğrusal) veya dairesel olabilir. DNA virüslerinin genomları hep tek parça iken, RNA virüslerinin genomları birden fazla parça içerebilir. Virüsler haploittirler. İstisnai olarak retrovirüsler diploid olup genomlarının iki kopyasını da taşırlar.

  Yapısal protein üniteleri "protomerleri" oluşturur. Bu protomerler "kapsomer" denen ve bir aryaya geldiklerinde "kapsid" adını alan bir yapı oluştururlar. Kapsid, viral genomu çevreleyen protein yapısındaki bir örtüdür. Kapsid proteinlerinin genel özellikleri ve sınıflandırılmaları aşağıda tanımlandığı gibi dış kapsid proteinleri ve kapsid proteinleri olarak ikiye ayrılırlar.

- Dış Kapsid Proteinleri; virüsün konak hücrenin reseptörlerini tanıyarak bağlanmasını ve enfekte etmesini sağlayan aracı yapılardan oluşur. Virüsün hangi hücreyi tanıyıp bağlanacağı virüs tipine özgü olduğundan dış kapsid proteinleri de virüs tipine özgüdür. 
-
Kapsid proteinleri; virüs, bir konak hücreyi enfekte ettiğinde enfekte olan hücreyi öldürecek olan hücresel immün cevabın önemli hücrelerinden olan sitotoksik T hücrelerini aktive eden antikorları üreten en önemli antijenlerdendir. Virüslerin dış şeklini bu proteinlerin dizlimi belirler.
- İkozahedral (Icosahedral) = 20 tane üçgen düşünün. Bu 20 üçgen öyle bir dizilmiş olsunlar ki uç kısımları bir çember olsun. Hah işte İkozahedral biçimindeki virüslerin kapsomerleri böyle dizilim gösterirler. Poxvirus hariç tüüüm virüsler ikozahedral biçimdedir (ikozahedral simetri). 
- Helikal (Helical) = Bu alfa heliks şeklindeki proteinler vardı hatırlarsanız bu proteinlerin amino asitleri, protein molekülü tıpkı duş hortumunun şekli gibi kıvrılırlardı. İşte burada da kapsomerler çubuk şeklinde içi boş bir yay yapacak gibi dizilirler. Yalnızca RNA virüslerinde görülen helikal simetri patojen olanlarda zarf da gerektirir. Virüslerin hem helikal hem de ikozahedral simetriye sahip olabildikleri, virüslerle yapılan çalışmalar sonucunda görülmüştür.  

Zarf, virüsün kendi proteinleri ve enfekte ettiği konak hücrenin hücre zarından oluşur. Lipoprotein yapıdadır. Daha sonra enfekte edeceği hücrelerin reseptörlerini tanıyan ve bu reseptörlere tutunmayı sağlayan Glikoproteinler zarf üzerinde yer alırlar. Kapsid proteinleri ile zarf arasındaki etkileşimi ise Matriks Proteinleri sağlarlar.  Nükleokapsid ile zarf arasındaki bölge tegument denir. Zarflı virüsler, en dış katman olarak lipid yaısında bir zarfa sahip olduklarından, lipid çözücülerden çok daha fazla etkilenirler. Ayrıca, zarf proteininin kendisi ve zarfta bulunan glikoproteinler konak organizmadaki immün yanıtın oluşması için çok önemli antijenlerdir. 
En çok sevdiğim kapak fotoğrafım